Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, toprağın altından da üstünden de tarih fışkırır. Yeter ki yola düşmeyi bilin. Ben de bu kez direksiyonu Mardin’e, Midyat’a çevirdim. Yıllar önce gördüğüm bu kadim şehrin kokusunu, taşların sesini ve sokakların dinginliğini yeniden yaşamak içimde uzun zamandır özlemini duyduğum bir kapı araladı.
Midyat…
Sadece bir ilçe değil; taşın dile geldiği, kültürün dokunduğu, inançların kardeşçe yaşadığı bir bellek mekânı. Mezopotamya’nın kadim ruhu burada hâlâ nefes alıyor. Süryani ve Müslüman halkın yüzyıllardır yan yana, aynı avludan aynı göğe baktığı bir şehir… Bir sokaktan çocuk kahkahaları duyarsınız, diğerinden kilise çanı ile ezan sesi aynı rüzgâra karışır. İşte Midyat’ın farkını yaratan tam da bu: kültürlerin birbirini bozmadan, birbirine karışarak yaşattığı bir uyum.
Taş evlerin arasında dolaşırken, duvarlara sanki güneşin rengi sinmiş. Midyat Konukevi’nin terasından baktığınızda, Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız ovası size bir masal gibi açılır. Çarşı erkenden hareketlenir; telkâri ustalarının ince işlemeleri, sessiz ama görkemli bir sanat tarihi gibidir. Her bir gümüş parça, sabrın ve ustalığın somut hali.
Lezzet durakları da Midyat’ın en güçlü yanlarından…
Süryani çöreğinin kokusu sokakta yürürken insanı fırının kapısına kadar çeker. Kaçak çay, taş avluların gölgesinde içilince bambaşka bir tat verir. Süryani şarapları ise dünyanın dört yanında bilinen bir marka. Ben içmediğim için tatmadım ama arkadaşlarımın yorumları aynı noktada birleşti: “Her birinin ayrı bir karakteri var.”
Sabah kahvaltısını o eşsiz Mardin–Midyat manzarası eşliğinde yapmak ise bambaşka bir deneyim… Gözünüz bir yanda kadim taşlara, bir yanda Mezopotamya’nın sonsuzluğuna değiyor.
Eğer yolunuz Mardin–Diyarbakır güzergâhına düşerse, Midyat’a en az bir gün ayırın. Sokaklarda kaybolun, taş evlerin gölgesine sığının, insanların sıcaklığıyla ısının. Çünkü bazı şehirler okunmaz, anlatılmaz; yalnızca yaşanır.
Ve Midyat da tam olarak böyle bir yer.